hay Allah
nasıldı şu şarkıdaki güftenin satırları
hani vardı ya
efendim hoş geldiniz
sefalar getirdiniz gibi bir şeyler idi sözleri...
nasılsınız...
yalnız mısınız...
ne zamandır yalnızsınız
iki aydır mı
peki ama neden sıkıldınız...
merak etmeyin
ben sizi noktalamalarla çizgilerle hiç sıkmayacağım...
yok yok bu değil
tamam bu da vardı
hele ki bu ilk duyulduğunda heyecanlandıran bir güfte olandı
ama esas bu değildi benim aklımın aradığı o bestenin sözleri...
bunlar bir başka güzel bestenin güftesi idi...
benim hatırlamaya çalıştığım şu idi
hani dağlar filan varmış ya galiba bir yerlerde
ığıl ığıl söylenendi...
bir durun bakayım
şöyle düşüneyim hele bir dem...
şöyle düşüneyim hele bir dem...
hoşgeldin...
tamam
hatırladım
hoşgeldin...
dağların dumanı varmış ya bir yerlerde...
dağlar aralanmış da biri diğerine hoş gelmişte...
ışıklar gelmiş aralarından dağların dumanının galiba
sonra
ışık içinde kalan yanmış falan...
ışıklar içinde bırakan yakmış filan...
yangın ol sen bana efendim demiş biri diğerine
ben rüzgâr olayım mı demiş aynı o biri o ayrı bir diğerine...
birde gün tutuşsun muş da yansınmış geceler gibi sözler
zamanımız dar demeler...
tamam
böyleydi
tam da böyle bir şeylerdi sözler güfteler işte...
birde
güfte bu ya günlerden birinde...
birisi herkesin içinde
bana bir menemen bile yeter deyince
şöyle bir şey olmuş birdenbire...
bana bir menemen bile yeter diyen o birisine
bir başka diğeri demiş ki
o menemeni ben yaparım size...
ardından menemen yapılan o kişi
artık kimse işte o biri
menemenin verilişinin doğallığı heyecanı karşısında kalmış öylece...
hem alırken
hem yaparken
hem yerken o menemeni kapılmış bir girdabın içine...
menemeni yapan o diğerine...
kimse artık işte o değerine...
sonrası menemeni eliyle değerinden alan o birisi
fısıldayarak sessizce şöyle demiş içindeki kendi diğerine...
söyle ona
o menemenin kavanozunu halen saklıyorum ben dolabımın bir yerinde...
ardından tütününden bir nefes çekip bakmış uzaklara doğru
şöyle söylemiş kendi kendine...
kim anlayabilir ki aslında menemenin bir simge olduğunu...
sonra devam etmiş tekrar konuşurken sessizce kendince
bir şeyler mırıldanıp söylemeye...
dudağından dudağına...
lebden lebe...
pırasam bitti...
bari pazara pırasa almaya gideyim ben demiş kendi kendine...
güfte bu ya
nasıl bir güfte ise
gitmişte...
hayal bu ya...
Fatma bacı ile konuşmuşlar her zamanki gibi pazarda
köşedeki ahşap tezgahında pırasa satan var ya
hani o her gittiğinde konuştuğu Fatma bacıyla
peynircinin yanında ki bölümde oturan
Süleyman' ın karısı olan...
Fatma bacı kaç kilo pırasa istiyon bizim oğlan diye sormuş ona
ardından
kaşını kaldırıp bakmış yandan kendince
bana bak bizim oğlan demiş
de bakayım hele
neler geçiyor senin gözlerinin içindeki o yanan ferinde...
o da demiş ki Fatma bacıya...
hiç sorma
yıllar bunca yük ve tecrübe yükledi hem bedene hem akla ama...
bu garip dimağ bu pırasanın seçilmesinde halen çaresiz galiba...
ardından durup şöyle devam etmiş
bir şeyler daha demiş Fatma bacıya mırıldanarak dudaklarından...
demiş bir şeyler
ne demişse demiş işte...
yok artık
daha neler
böyle güfte böyle şarkı sözü mü olur
yok menemendi
yok pırasaydı...
kim bilir belki de bu
muhtemelen lebden lebe söylenen iki çift gözün sözüdür...
belki de çok küçük bir süredeki kocaman bir çok sözün özüdür...
nasıl şeyler bu güfteler anlayamadım ki
büyükler hep böyle mi yazar bu şarkı sözlerini...
karmaşık tedirgin eden ürküten
bazen yumuşak bir melek misali çok güzel seven...
bazen huysuz bir çingene gibi çok kötü üzen...
güfteler...
yok mu acaba bu güftelerin güzel yazılanı
gizlenmesi saklanması gerekli olmayanı...
hepsinden de öte hak katında kabul görecek olanı...
yok mu acaba bu güftelerin çocuk şarkıları gibi safı
hani olduğu gibi bozulmamış olan doğalı...
güftelenen satırın aklına ve vücuduna müdahaleler yapmayacak kadar
dimağı dingin olanı...
yok mu acaba bir güfte ki istenildiği gibi yer eden yürekte...
havada süzülen bir martı gibi mesela
özgür ve beyaz ucan mavi gökyüzünde...
beyaz...
günahsız...
aldatmasız...
bağımsız...
sahipsiz...
oyunsuz...
hesapsız...
reklamsız...
ne ise kendi kadar...
ne kadarsa o kadar...
özel...
yok mudur acaba her türlü masumiyeti ve masumiyetsizligi ile
bir güfte ki
bir ömür boyu sadece güfteleyene ait kalacak...
mahremini koruyarak sadece güfteleyene mahrem olacak...
piyasaya teşhir olunmadan...
başkalarının meze sofralarında dillere pelesenk olmadan...
özeline sadık kalıp mahremini etrafa sunmadan...
beyaz bir güfte olan..
yalın...
sade...
doğal...
yeteri kadar az ama öz...
olunabildiği kadar...
kıskanmadan
kıskandırmadan
ufak büyük oyunlar yapılmadan...
o yazılan güfteler...
bestelerin notalarını sarmalayan dinlenesi güfteler...
sobada yanan odunun sıcaklığıyla kokusuyla dinlenen güftelerin güzelliğinde...
yanında yaşanılmış o sobanın üstünde ki çaydanlığın sesi gibi huzurlu...
kurulan ev sofrasında ki bir tas çorbadan alınan kaşık sıcaklığının duygusunda...
çorbanın o son kaşığına eşlik eden somunun son lokmasının doyuruculuğu kadar değerli...
çaydanlık sesiyle beraber eski radyodan dinlenen güfteler kadar anlamlı...
anılarımızın
analarımızın
babalarımızın
çocukluğumuzun zamanı gibi yalın ve mutlu...
her bir güzel günün bir sonraki daha başka güzel bir günü doğurduğu...
o yaşanan güfteler...
bestelerin nağmelerini saran unutulmayan güfteler...
mesela şunun gibi
'' Çaydanlık Sesi '' yazımdaki gibi
Osman Nihat Akın' ın Nihavent eserindeki satırları misali
güftesinde dediği gibi...
geçti hayal içinde bunca yıl bir gün gibi...
en eski hatıralar daha henüz dün gibi...
dinlenesi güfteler
hep yanında söylenilsin istenilen kadarı
hani vardır ya küçük bir kız çocuğunun saflığı gibi beyaz olanı...
küçüğüm...
yaşanacak geride kalmış nefesi ve hayatı huzurla yaşatacak...
şunun şurasında ne kadarsa ömrün geride olanını...
mutlu edecek gönül rahatlığıyla huzur dolu...
tadılacak ne kadarsa kalan an ve hak olan kadarını...
dinlerken...
dinlenirken...
dinginken...
gözlerden ırak...
sözlerden uzak güfteler...
sonra
sonrası
hay Allah
hani o derinlere saplanan güftelerdeki sözler neydi
dur hatırlamaya çalışayım bir dem daha
ben sizi noktalamalarla çizgilerle hiç sıkmayacağım mıydı acaba...
öğretmenim...
sanırım hafızam iyi çalışmıyor artık galiba
yaş yaklaşınca altmış dörde...
başka bir deyişle altı buçuk kala yetmişe...
ne de hızla geçmekte saatler bu ara...
ayrıca zaman ne de çabuk geçmiş iki ara bir dere...
babamın bir zamanlar bana anlattığı gibi sohbetlerinde
oldukça hızla geçip gidermiş zaten bu günler yaş ilerleyince...
hani o bahsettiği işte...
altmışından sonraki dediği hızla geçen saatler...
kalan o anlar ve artık ne kadar ise geride...
işte böyle sözler vardı bir de bir yerlerde
bu da başka bir yaşanmışlığın güftesi ve özü mü ne...
hep böyle mi yazılır bu güfteler Allah aşkına
böyle mi bestelenir hep bu nağmeler
yanmalı
yakmalı
yok mu şöyle akıllı uslu dingin sözler güfteler notalar...
bir şey daha vardı bir yerlerde o güftede
biri diğerine geç mi gelmiş
öteki diğerine erken mi gitmiş neymiş...
biri diğerine geç mi gelmiş
öteki diğerine erken mi gitmiş neymiş...
doğru dürüst zaman mı bulamadınız siz
birbirinizin kapısını çalmaya
bak şimdi
iyice derinleşiyor güfteler ve anlamları bu ara...
ayrıca neler yazılmış güfteye bir bakar mısınız
zaman mı darmış ne
ömür denen sona gelmekte...
günler soyunup geceleri sarsınmış bir de...
dolu
bir dolu sözler
güfteler
nağmeler
besteler
yazılsın bakalım nereye kadar yazılacaksa...
kafasına esen yazıyor...
kafasını üzen esiyor...
kafası bozulan üzüyor...
birileri de güfteleri sessizce okuyor dinliyor düşünüyor yazıyor...
zaman ise akıp geçiyor...
oysa
illaki bir yaşanmışlıklar var bütün bestelerin içinde
sözlerinde
güftelerinde
sevgiden yana..
ateşli dudakların gamzeli yanakların diye tarif edende...
o günkü gördüm seni diyende...
kadının olmak istiyorum cevabı verende...
ellerin ellerimde leblerin leblerimde diyerek
yaktın ah yaktın beni diye anlatan erkekte...
kokunu özlüyorum diyerek sevende...
nefesini boynumda hissetmek istiyorum diye söyleyende...
fark etmeden senin olmuşum sözünü zikredende...
çatalkaram çingenem k.a.d.ı.n.ı.m karadutum diye tarif ettiğini çizen şairde...
satırlar
güfteler
sözler...
sevenler
sevilenler...
hepsinin
herkesin
birilerinin...
ya hiç unutamadığı biri var mısralarında...
ya da anıları yaşadıkları fikirleri var akıllarında...
nasıl bir duygu seli yazdırıyorsa bunları onlara
bu güfteleri
bu mısraları
bu satırları...
bilmeyenin asla erişemeyeceği...
erişemeyenin de asla bilemeyeceği...
sorabilirseniz sorun bakalım Bedri Rahmi Eyüboğlu' na
kendince nasıl bir karadutu vardı yazılarında...
ne anlatabilirdi ki başka Bedri Rahmi karadut şiirinde ki o satırlarında
yazdıklarının haricinde ki mısralarında...
bunu belki kitabı okuyan hisseder kendince...
sorabilirseniz sorun bakalım Muallim İsmail Hakkı beye
kendince nasıl bir fikrinin ince gülünü anlatmıştı güftesinde...
ne yazabilirdi ki başka İsmail Hakkı fikrimin ince gülü dediği kadını hakkında
oradaki duygularının haricinde güftesinde ve Acemkürdi makamında...
bunu belki eseri söyleyen hisseder kendince...
güftelerde olan mı...
güftelerden kalan mı...
öksüzdür hissedilen duygu güftelerde yazılarak artık sıralanamayacak kadar...
hayaldir sadece güfte satırlardan geride kalarak artık sarılanamayacak kadar...
dünyası başkadır sensiz güftenin yaşar kendi yolunda...
o sebeple başkasının olanıdır o saf duygularla artık sarmalanamayacak kadar...
bu ya birisinin karadutu gibi bir değeridir kendi hülyasında...
Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi...
ya da başka birinin içindeki fikrinin ince gülü gibi bir değeridir kendi dünyasında...
Muallim İsmail Hakkı Bey gibi...
ya da
birileri veya birisi gibi...
zordur başkasının değerine ait besteye güfte dizmek...
ötesi daha da zordur o güfteyi uzaktan paylaşmak ve hissetmek...
esas zor olan hissedilen o güftenin yokluğudur...
ama daha zor olan
hissedilen güftenin yokluğuyla yaşamanın zorluğudur...
hepsinden de zor olanı ve durduranı ise şartlardır...
günah olduğudur...
küçüğüm...
TDK
tuncaydogankalemoglu
12.mayıs.2021
02.02
Istanbul Sefakoy
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder